Wednesday 15 December 2010

Eve Mektuplar 13 - 15.12.2010 (87.gün)

15.12.2010

Bugün yurda dönüyorum. Projemiz ve Romanya maceram burada sona eriyor. Çok güzeldi ve bitişine ister istemez üzülüyorum.

Bükreş'ten döndükten sonra proje için iyice hummalı bir çalışma temposuna girdik ve geçtiğimiz pazartesi günü de son Romanya gezintimize çıktık. Bu kez Alex de bizimle birlikte geldi ve araba ile Braşov'a, ordan da kuzeye – Baia Mare'ye olan yolculuğumuz başladı. Gerçi planlarımız aniden başlayan ve asla ara vermeyecekmiş gibi yağan kar nedeni ile biraz değişti. Baia Mare'ye bir günde gittik ama Oneşti'ye dönüşümüz iki gün sürü. Kar, Romanya'ya çok yakışıyor. Bana da copilotluk! Yolculuk, oldukça tuhaf biçimde, belki de bu zamana kadar gerçekten yaşadığımız en kaynaştırıcı deneyimlerdendi. Özellikle yağan kar nedeni ile sığındığımız kayak otelinde geçirdiğimiz gece ve sonraki gün eve dönmek için çırpınarak geçen zaman sonunda, sanki hepimiz birbirimiz hakkında daha derin anlayışa sahip hale geldik. 

Hafta sonu bizler için güzel bir veda partisi hazırlamış buradaki gençler. Predeal'dan arkadaşlarımızdan bile bu etkinliğe katılmak için gelenler oldu. Pazartesi sabaha karşı araba ile Alex, ben, Oktay ve Salvador Bükreş'e geçtik. Salvador'u havalanına götürüp yolculadıktan sonra, Bükreş'in sabah trafiğinde kendimizi ve yerimizi kaybettik. Sonra Oneşti'den bir arkadaşımızın evine geçtik ve bu son bir kaç günümüzü orda geçirdik. 


Gelirken tıkabasa doldurduğum bavulumun geri dönüşüm için yeterli olmayacağını gerçeği ortaya çıktığında Barkın'dan yardım istedim. Gecenin bir yarısı Constantin'in evini bulup beni aldı ve alışveriş merkezlerinin kapanma saatine kadar da benimle birlikte bavul avına çıktı...cici. 

Bugün yurda dönüyorum. Bir yandan çok mutluyum, ama bir yandan da biliyorum: burayı ve bu günleri çok özleyeceğim.


Sevgiler,
nep. 

Thursday 25 November 2010

Eve Mektuplar 12 - 25.11.2010 (67.gün)

25.11.2010

Gitmeden önce aldığımız o dandik sırt çantası nasıl işe yaradı size anlatamam. Fener için aynı şeyi söyleyemiyorum, çünkü onu çaldırdım… Canınız sıkılmasın diye söylememiştim ama ıslah evindeyken küçük fenerim ve cüzdanımdan da biraz param kayboldu. Ama tamamen benim şaşkınlığım - kesinlikle çocukları suçlamıyorum! Daha dikkatli olmam gerekirdi...

2 saatlik dolmuş yolculuğumuz sonrasında Braşov'a vardığımızda Sighisoara dolmuşunun kalkmasına 5 dakika vardı ve araç artık ayakta yolcu alır hale gelmişti. 2 saatlik Romanya yolu ayakta gidilecek yol değil, baştan belirtim. O sırada, bir adam yanaştı hemen, bu hep oluyor – “arabam var benim, götüreyim mi?!” amcaları. Aracımızın kişi başı bilet fiyatına göre götürmesi konusunda anlaştık, hem daha rahat, hem de daha hızlı gittik. Şansımıza kalacak yeri de bize bu amca buldu, surların içerisinde (turistik alanın göbeğinde) evi olan ve boş odalarını pansiyon odalarına çeviren bir tanıdık çiftte yönlendirdi, ki cidden çok memnun kaldık. (pensiuneafaur.ro/)

Gerçek anlamda bir peri masalından, eski zaman hikâyelerinden fırlamış gibi bir yer Sighisoara. İnsan burada yaşasa, zaman mevhumunu tamamen yitirir, sabahtan akşama kadar yazar – çizer, dünya meselelerini de hiç ama hiç umursamaz. Her yerini gezdik. Zaman zaman Sherlock Holmes filminin içinde, bazı zaman Underworld'de, kimi zaman da Van Helsing'in setlerinde gezer hissettim kendimi. Çok beğendim ben burayı.

Vlad Tepeş'in (Kazıklı Voyvoda veya Drakula) doğduğu ve büyüdüğü evi kafemsi bir yere çevirmişler, gittik. Garson bize yaklaşıp “şöyle mi geçmek istersiniz, Türk odasına mı?” dediği anda mini bir şok yaşadım. Nedense Romanyalı gençlerin, en azından doğudakilerin, anlaşılmaz bir house müzik saplantısı var: ne saat tanıyorlar – ne yer – ne de koşul. Burası öyle değildi. Yaşasın Lounge müzik.

Ertesi sabah ufak bir malzeme alışverişi yapıp Romanya'nın bir süredir sıkıntılı olan demiryolları ile Cluj'a doğru yola çıktık. Uzun ve sessiz bir yolculuktu, çünkü orda uykuya hasret kalacağımızı hepimiz biliyorduk.

Ve Cluj. Müthiş Cluj. Yaşanır orda. En azından ben yaşarım. Önceden hem çok güzel bir hostel'e (www.retro.ro) rezervasyonumuzu yaptırdık, hem de geleceğimizi Predeal'dan arkadaşlarımıza haber verdik. Akşam doğrudan eşyalarımızı hostel'e bıraktık, sonra da arkadaşlarımızın evine, yemeğe gittik. Onlarla değil de Hostel'de kalmamızın sebebine gelince: söz konusu ev, farklı proje ve ülkelerden 10 EVS gönüllüsünün paylaştığı bir ev. Yer yoktu.

Yemekten sonra sıcak şarap içmeye çok hoş bir yere götürdüler bizi, şansımıza hava o kadar güzeldi ki, kasım olmasına rağmen rahatça dışarıda oturduk...Bütün gece eğlendikten sonra, sabah hostel'e döndüğümüzde, hemen uyuduk. Ertesi sabah arkadaşlarımız bizleri elektronikten kıyafete yemekten ev eşyalarına, her şeyin satıldığı “Çingene Pazarı”na götürdüler. Böyle bir yer yok...Olmamalı. Ya da olmalı ve ben her an ona ulaşabilir olmalıyım! Neyse, gece bu kez ailesi nesillerdir Mersin'de restoran işletmeciliği yapan, Mura'ın hazırladığı yemeği yedik önce, sonra da benim uzun zamandır uzaktan uzağa beğendiğim Beardyman'i izlemeye gittik. Ki büyük hayalkırıklığıydı. 

Ertesi gün yeniden Oneşti'ye dönecektik. Ancak planlarda küçük bir değişiklik oldu. Proje arkadaşlarım otostop'u denemek istediklerine karar verdiler. Burada oldukça yaygın bir adet. Biliyorsunuz, ben otostopla problemi olan bir insan değilim – bir kere Hacettepe'liyim. Ama bu bir ülkenin bir ucundan, diğerine otostop çekmek – insan durup düşünmeli. Ben onlarla otostop çekerek Oneşti'ye dönmektense, trenle Bükreş'e gidip, hem orda çok izlemek istediğim bir konseri izleyip, hem de bir gece kalıp, ertesi gün dolmuşla Oneşti'ye dönmeye karar verdim.

Pazar gecesi saat 10'da Cluj'dan Bükreş'e doğru yola çıktım. Bir gece kalacağım hostel'e (www.villabutterfly.com) önceki akşam mail atmış, rezervasyonumu yaptırmıştım, onlar da bana yol tarifleri gibi bir sürü gerekli olabilecek bilgi içeren gerçekten çok faydalı bir cevap yolladılar. Trendeki kompartıman önce boştu, sonra iki genç geldi oturdu benimle, bir sürü muhabbet ettik. Saat sabah 2'ye doğru, bir başka duraktan 2 genç bayan bindi ve onlar da yanımıza geldi, meğer bu gençlerle aynı askeri üniversitede öğrencilermiş. Sabahın 4'üne doğru, 5 kişi daha geldi ve bir anda herkes ayaklandı. Meğer bana eşlik eden gençlerin yeri aslında yan kompartımanmış, benim yalnız oturduğumu görünce gelmişler ve bu şimdi gelenler koltukların gerçek sahibiymiş. Buranın insanları cidden çok cici.

Bükreş'te tüm günümü Youth in Action in Detention projesinden bir arkadaşımla geçirdim, akşam konserden önce de Barkın beni alıp küçük ve çok tatlı bir italyan restoranına yemeğe götürdü - beğendim, evet. 

Salı günü dolmuşla Oneşti'ye döndüm, merkeze uğradım ve dün de derhal işe döndüm. Sabahın kör saatinde bir köy okulunda başlayan gün uzun ve zahmetliydi ama ben de hayli iyi motiveydim.


Sevgiler,
nep. 

Saturday 20 November 2010

Salvador...?!

Hep "Biz Salvador'a göz kulak oluyoruz”, “O mütemadiyen la la la land'de”, “Aman ne şanslı” gibi şeyler duyuyorum sıkça bu ara… Bu da benim aklıma acaba Salvador bütün bu hadiseyi nasıl görüyor sorusunu getirdi. Kendi kendime olası yanıtların üzerinden geçerken, en çok “bu deli kızlara göz kulak olmasam kim bilir başlarına neler gelecek, ama vicdanım da bırakmama izin vermiyor ki bunları kendi bildikleri gibi saçmalamaya!” yanıtına eğlendim. Derken, ister istemez dikkatimi çekti, herkes normalken fark edilen bir durum değil ama, mesela kızlar içtikten sonra baktım da, aslında Salvador bunların çantalarına sahip çıkan, alakasız adamların gelişini görünce aralarına girip dans etmeye ve kendisi ile ettirmeye başlayan. Bu gezi sonrası Salvador'a başka bir gözle bakar oldum. Bence adamın kafasında cidden bize göz kulak olan o! 

Wednesday 17 November 2010

Eve Mektuplar 11 - 17.11.2010 (59.gün)

17.11.2010

Yarın sabah yine erkenden sırt çantalarımızla yollara atıyoruz kendimizi. Bu kez önce Sighisoara'ya, oradan da Cluj-Napoca'ya geçiyoruz. Sighisoara'nın, daha az “elden geçirilip restore edilmiş” bir Sibiu gibi olduğu söyleniyor – ki bu bence iyi. Sibiu konusunda “keşke bu kadar düzeltme. yapmasalarmış” diye düşünmüştüm çünkü. Cluj ise, Romanya'da genç insanlar için en cazip yer olarak düşünülebilir. Türkiye örneği üzerinden düşünürsek bir nevi Eskişehir gibi diyebiliriz. Öğrenci – Üniversite, sanat ve kültürel aktivite şehri.


Sevgiler,
nep. 

Monday 8 November 2010

Eve Mektuplar 9 - 08.11.2010 (50.gün)

08.11.2010

Pazartesinden beri yeni bir okula gidiyoruz, bu seferki de yine buranın “iyi okul”larından. Gençler her yerde genç, onlarla ilgili anlatabileceğim çok bir şey yok. Ama pazartesine damgasını vuran benim merkezdeki istekli gençlere Türkçe öğretiyor oluşum oldu.

Çarşamba yeni okuldan çıkıp önce eve, sonra eski okula, gençlerle round table tartışmalarımıza gittik. Bu tartışmalar bizim ana projenin can damarı. Bunlar bir de doğrudan yaptığımız röportajlar. Oradaki işimiz bitince pazara gittik. Bir kısmımız orada röportaj yaparken, bir kısmımız alışverişe geçtik. Radyoya yetişmek zorunda olduğumuzu unutmamamız konusunda uyarıldıktan sonra yanımıza bir de “tercüman” almamız şartı ile bizi rahat bıraktılar. Ucuz sebzeler seçerken tezgâhtaki teyze “kimsiniz, nesiniz, ne yapıyorsunuz, ne soruyorsunuz, neden” benzeri sorular sormaya başladı. Etrafımızda giderek artan kalabalığa da açıklama sağlayacak şekilde “teyze biz aslen hepimiz öğrenciyiz, bak bu İsveçli, ben Türk'üm, birer tane daha var bizden, bir de Portekizli var, biz Avrupa birliği gönüllüleriyiz, bir proje için buradayız, millete ne severler, ne yaparlar, nasıl yaşarlar, ya da tüm bunların nasıl olmasını arzularlar – bunları soruyoruz kamera karşısında… Avrupa birliğindeki birkaç kişi dışında da bunu kimse izlemeyecek zaten, proje işte.” dedim. Derken teyze de röportaj vermek istediğine karar verdi. Alacaklarımızı almayı ve röportajımızı bitirdiğimiz zaman, teyze ucuz sebzelerle doldurduğumuz torbayı gördü ve onu elimizden kaptı. Bize bunları verirse memleketinin sebzeleri konusunda kim bilir ne kadar kötü düşünürmüşüz. Teyze bizim için hem güzel olan sebzeleri tek tek seçti, hem de bizden hiç para kabul etmedi.

Geri kalan hafta genel olarak okuldaki işlerimiz ile geçti. Cuma Oneşti için önemli bir gündü. Burada bir adet var: her okul kendi lise 1. Sınıfları arasında bir “Mr and Miss” yarışması yapıyor. Bir nevi ABD “Prom King & Queen” misali bir şey. Çok da önem veriyorlar. Bizi de davet ettiler, Cuma akşamımızı bu şekilde değerlendirdik.

Cumartesi sabah erkenden kalkıp yollara düştük, yine yeniden ıslah evine gittik. Size bundan bahsetmedim, ama biz onlarla olan projeden o kadar çok etkilendik ki, kendi projemizin dışında da onlarla çalışmaya devam etmek istedik. Hatta Bükreş'te İKEA'dan yalnız buradaki çocuklar için değil, oradaki çocuklar için de boncuk almıştık. Bizi gördüklerinde çok mutlu oldular. Her birimizin isimlerini bile hatırlıyorlardı.


Sevgiler,
nep. 

Saturday 6 November 2010

Wednesday 3 November 2010

Oktay...!

Biz pazara aslında röportajlar için gittik. Bazılarımız portakal satan teyze ile röportaj yaparken, ben de yandaki maydanozcu amcayı kafalıyorum, sonra o da röportaj yapsın diye. Derken yanımıza bir Çingene geldi Cinsiyeti sesini ilk duyduğumuz ana kadar hepimiz için bir muammaydı. Oktay'a bayıldı kız, ölecek. Ama komik olan, Ana da çok pis yazıyor Oktay'a ve bizimki kaçacak delik arıyor Romanyalı kızdan. Çingene'nin kendisine yazdığını anlayamayan Oktay, Ana'dan kaçayım derken kendini çok aptalca bir pozisyona sıkıştırdı. Sonra Çingene kız önce iltifatlara boğdu bizimkini, sonra da “öpücem!” diye tutturdu… Ana kızı kovuyor, kız Ana'yı itekliyor, Oktay her zamanki gibi şoklarda kıyamam, ben ve maydanozcu amca da kopuyoruz elbette. Neyse, kız öpücüğünü alamadan gitti, Oktay inancı sebebi ile böyle bir şey yapamayacağını açıkladığı anda ben bayılacağımı sandım gülmemi tutmak adına. Elbette öyle bir şey yok, bahane olarak aklına gelen bu şaşkalozun. Bu arada pazar yeri gördü mü gözü dönen, hemen meyve ve sebzelere saldıran bir topluluk olduğumuzdan çaktırmadan yandan alışverişler de yapıldı, benim bağladığım amca ile röportaj da. Oktay alınanları eve taşımak için yanımızdan ayrılırken kambur biçimde aksayarak yürüyordu, Elena endişe ile “noldu - noluyor?!” diye sorunca da “bilerek çirkinleştirmeye çalışıyorum kendimi…” dedi - bu çocuk adam olacak. 

Tuesday 2 November 2010

Eve Mektuplar 8 - 02.11.2010 (44.gün)

02.11.2010

Her şeyden önce, büyük kültür şokumu paylaşıyorum: Alışık olduğumun aksine, Romanya'da doğum günü sahibi kişi arkadaşlarını dışarı çıkarıyor ve hesabı karşılıyor. Ufak çaplı Romanya turumuz öncesindeki Pazar günü, Radyoda canlı yayına konuktuk. Ülkelerimizden, gençlik ve gençlerden, kültürel farklar ve benzerliklerden konuştuk.

Önce 2007'de Avrupa Kültür Başkenti olan Sibiu'ya gittik. Burada tanıştığım, Romanya'da yaşayan ve Almanca konuşan azınlıklar ile röportajlar yapan Lüksemburglu profesyonel bir fotoğrafçı bana turistik Sibiu haritasını armağan etti. Şehri o kadar beğendik ki, iki gece kalmaya karar verdik. Perşembe öğleden sonra Ramnicu Valcea'ya doğru yola çıktık. Yol, bir vadi yatağındaki nehrin yanına, ona paralel olarak yapılmış, dolayısı ile tüm yol enfes dağ – nehir – sonbahar manzaralıydı. Yol boyu Salvador uyukladı, İsveç'liler ve genç Oktay ise içti, diğer yandan ben ise... ben oldukça heycanlıydım. Kendi kendimi serin kanlı olmaya davet etmekle meşgüldüm. Sonunda otobüsten indiğimizde hepimiz çok yorgunduk. Dolayısı ile kısa zamanda kaybolduk. Telefon kontörlerimizin ve şarjlarımızın tükenmesi de tam o ana denk geldi. Üstelik peşin paramız da neredeyse bitmişti. Derken kapitalizm imdadımıza yetişti. Mc Donald's bize hem kredi kartı ile yiyecek, hem şarj aletlerimiz için priz, hem de bizi misafir edecek arkadaşlarımıza ulaşmamızı sağlayacak kablosuz interneti sundu.

Geldiğimizi duyan arkadaşlarımız (toplamda 16 kişilik bir grup, 4'erli gruplar halinde 4 evde yaşıyorlar) bizi aldı ve şehir merkezine en yakın olan eve geçtik. O gece zaman o kadar bağımsız işledi ki bizden veya biz o kadar özlemiştik ki bu insanlarla vakit geçirmeyi, yatarken saat 4buçuğu geçiyordu. O gece, gerek söylenen sözlerinden ötürü, gerek hissedilen duygulardan, sanırım tüm bu macera sona erdikten sonra bile yıllarca hafızamda bir yere sahip olacak.

29 Ekim Cuma sabah 7'de Bükreş için yola çıktık. İtiraf ediyorum, hiç istemiyordum gitmek. Biliyorum - benim fikrimdi bayram'da elçilikte olmak, ama o kadar istemiyordum ki RV'dan ayrılmak...Ama biz Bükreş'e vardık. Bizi evinde misafir edecek olan ıslah evi projesi Youth in Action in Detention'dan Romanyalı arkadaşımıza ulaşmak için taksiye atladık. Taksici şehir turu yaptı ve bizi soydu. Türk elçiliğine vardığımızda Türk Sanat Müziği konserini kaçırmıştık ancak leziz bir açık büfe ve bir sürü güler yüzlü insan tarafından karşılandık. Elçi, sekreteri ile olan yazışmaları okumuş, bizleri merak etmiş, sekreterine tanışmak istediğini söylemiş. Çok tatlı bir kadın Bükreş'teki Elçimiz, ki bu durum İsveç'lileri oldukça şaşırttı.  

Sonra şehir turumuz başladı… Akşam birden ev insan doldu. Burada çok popüler olan “katil kim” diye bir oyun oynandı tüm gece. Cumartesi eski şehri gezdik, Romanya mutfağı ile meşhur kocaman bir restoranda leziz yemekler tattık, sokak satıcıları ve müzisyenleri ile dolu ara yollarda, günlük güneşlik günün tadını çıkardık. Hava kararırken bir tiyatro panayırına denk geldik, sıcak şarap içip yine canlı müzik dinlerken, çeşitli danslar izledik.

Hafta sonunda önce Türk, sonra Romanya mutfağını denedikten sonra, elbette İsveç mutfağını ihmal edemezdik - saatlerin geri alındığını bilmediğimiz için, sabahın köründe İKEA'ya gittik. Bu arda Oneşti'deki çocuklara elişi dersinde kullanmaları için alacağımıza söz verdiğimiz boncuklardan aldık.

Dün Oneşti'ye döndük ve bugün de derhal iş başı yaptık. Bugün ben ilk Türkçe dersimi verdim. Hem de beklediğimden çok daha kalabalık bir topluluğa.


Sevgiler,
nep. 

Tuesday 26 October 2010

Sibiu'ya minicik dolmuşla olan 6 saatlik yolculuğumuzun sonunda vardığımızda, hepimiz çok yorgun hale gelmiş, hava kararmış, etraf oldukça serinlemişti. Yolculuk esnasında tesadüfî biçimde şoförümüzün Türkçe bildiğini öğrendiğimi eklemek için uygun bir nokta olur bu sanırım. Her neyse, bizimkiler, özellikle Oktay isimli genç ve heyecanlı Türk delikanlımız merkezin yerini öğrenmek için Tarzancıdan hallice İngilizcesi ile debelenirken, ben ebetteki çevremdeki mimariye odaklı biçimde kendi eksenimde dönüyordum. Sonra bizim şoförle göz göze geldim. O mesafeden böyle eli ile evrensel "Gel" işaretini yaptı. Ebetteki ben hemen durumu anladım, "Beni takip edin" dedim bizim çocuklara ve aynen gerisin geri bindik indiğimiz dolmuşa. Kızlar ve Salvador tecrübe ile beni sorgulamamayı öğrendiklerinden, Oktay'ın hafif panik halindeki "neden, noluyo, niye?!" benzeri sorgulamaları dışında her şey oldukça hızlı ve sakindi. Dolmuş şoförümüzün bizi gardan alıp doğrudan şehir merkezine şahsi aracımızmışçasına bıraktığı o geceden beri, Oktay da sanki artık beni sorgulamıyor. 

Monday 25 October 2010

Eve Mektuplar 7 - 25.10.2010 (36.gün)

25.10.2010

Elimizde olmayan teknik aksaklıklar nedeni ile, yani internetini hali hazırda halen çalmakta olduğumuz komşumuzdan kaynaklanan sebeplerden ötürü, internet bağlantımız ile ilgili henüz çözemediğimiz bazı sorunlar bulunmakta. Mentorumuzun bize aldığı internet stick ise bizim beceriksizliğimize yenilip, setup edilemedi. Yarın sabahın bu sorunu gidermek için biri geliyor, ancak sonrasında evden birlikte çıkacak ve pazar akşamına kadar bir daha eve dönmeyeceğiz. Yarın merkezde işimiz bittikten sonra Sibiu´ya geçecek, 1 veya 2 gece orda kalıp, oradan Râmnicu Vâlcea´ya, Predeal´dan arkadaşlarımızın yanına geçeceğiz. İtiraf ediyorum, bu konuda oldukça heycanlıyım. Orda gerçten görmek istediğim insanlar var, bazılarını diğerlerinden çok özlemiş olabilirim. Sibiu´da ne kadar kaldığımıza bağlı olarak burada da 1 veya 2 gece kalacak, sonra da büyükelçilikteki 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonun katılmak üzere Bükreş´e geçeceğiz. Pazar akşamına eve dönmüş oluruz diye karar verdik, çünkü pazartesileri Türkçe dersi veriyorum artık merkezde.


Sevgiler,
nep. 

Sunday 24 October 2010

Oktay Geldi!

Bi uyuyup uyanmak

Diğer Blogum'dan alıntıdır:
http://nepmtv.blogspot.com/2010/10/bi-uyuyup-uyanmak.html



Çok acıyordu canı mavi kızın. O kadar çok acıyordu ki, artık içinde tutamaz olmuştu – elini attığı her şeye; yazılarına, resimlerine, sözlerine ve en çok da gözlerine bulaşmıştı içindeki o kara, kapkara acı…içinden atışı bile dindirmiyordu ama sancısını. bilmiyordu, bilemiyordu ve kimseye de soramıyordu: neden? 


Çok direndi mavi kız. Kalmak için elinden geleni yapıyordu aslına “gitmek istiyorum…” derken bile. Sertab Erener “Bir Çaresi Bulunur” diye fısıldamıştı ona o bitmez gözüken karanlık günlerde. Hele bir uyuyup uyansa, her şeyi geride bırakabilir diye umuyordu mavi kız safça. Ama sonunda yenildi…ve bu kez gitti. 

Çok da iyi etti. 

“Keşke daha önce gitseydim!” 

Şimdi, yalnızca bir ay sonra, bunu içi rahat, yüzü gülüyor, yeniden parıldıyorken, hoş bir kahkaha eşliğinde umarsızca söylüyordu mavi kız. Bu gün onca zaman sonra ilk kez dinlediğinde o şarkıyı, sanki bir başkasının anlattığı ona uzak anıları hatırlar hissetti kendini. 

Bir çaresi bulunmuştu çünki.

Thursday 21 October 2010

Eve Mektuplar 6 - 21.10.2010 (32.gün)

21.10.2010

Çok şükür sağlıklı ve de elbette ki mutlu, mesudum yine yeniden! Enteresan zamanlar geçiyor burada. Bir ayı geride bıraktığımız bu sıralar, artık iyice yöre insani haline geldik gibi, sokaklarda tanınan simalarız.

Size mail attığım gün, ev sahibemiz ben uyurken eve girip ben hasta buldu. Evde saklı olduğunu bile bilmediğimiz battaniye ve yorganlar çıkarıp üzerimi örttü, ateşimi kontrol etti. Tek kelime anlamıyorduk birbirimizin dediklerinden ama giderken sımsıkı sarıldı, öptü. Şaşırdım. Dün eve gelince, evi toplanmış, eski çarşafları yıkanmış ve yerlerinde yenileri hazırlanmış olarak bulduk, bir de mutfak masası üzerine koca bir tas taze elma bırakmış. Odaya ise bizlere ait olmadığından emin olduğumuz bir dergi, açık biçimde konmuştu. Sayfaya bakınca gördük ki ki, evimizi süsleyen resimlerin aynılarıydı bunlar. Bu sabah evden çıkarken, onu bizi mutlu ettiği gibi mutlu etmeyi umarak, google translate kullanarak Romence'ye çevirdiğim bir teşekkür notunu post it`e yazarak derginin açık sayfasına yapıştırdım.

Dün kenar bir varoş mahalleye, Çingenelerin yanına gittik. Oraya gitmek için, yanımızda ızbandut gibi bir bodyguard almak durumunda kaldık. Duygusal anlar yaşandı orda: öyle güzel, öyle umut dolu ki oradaki çocuklar... Ve o kadar bariz biçimde umutsuz ki aslında halleri. Giderken, küçük kızlardan biri, biraz ürkek yaklaştı, anlayamadığım bir şeyler söyledi. Yanımda duran ve o sırada yüzü yumuşayan bodyguarda sordum ne söylediğini, iltifat ettiğini anlattı. Kız ile yüz yüze olmak için dizim üzerine çöktüğüm anda küçücük kolları sanki küçük ve kırılgan olan benmişim, bana zarar vermekten korkarmış gibi çok hafif ama çok da hızlı sarıldı boynuma. Gözüm doldu o anda. Bizi izleyen herkesin gözleri doldu hatta galiba o anda.


Sevgiler,
nep. 

Wednesday 20 October 2010

What do I think about Romania - or the Romanian`s? They're TARI!.

bu hafta bizden yeni yayımlanmaya başlayacak dergi/gazete için yazı istediler… Ben de bunu yazdım:

What do I think about Romania - or the Romanian`s? They're TARI!

It was a grey and rainy Sunday morning when I landed in Bükreş and as the bus made its way to the train station I couldn't help but wonder how the people of this country would be…You see, I've always been a lucky person and my whole Romania experience, till now, has been blessed with this luck too. The past month I.ve meet quite a few Romanian's and every one of them have been pleasant, helpful and hospitable. The examples are so many! The lady who helped me find my way to the bus which would take me to the train station; the man who lent me his bus ticket, just because I didn't have any; another lady who helped me buy my ticket for the train and even had a cup of coffee with me while waiting for our trains; the old couple who couldn't speak a word of English, but helped me with my luggage and merrily chatted with me throughout our train ride; the young, newly married couple who overheard me mention I was supposed to go to the hotel they were having their honeymoon at, and offered me a ride; the wonderful people in Predeal and Braşov. And all this was just my first week! Things only got better after arriving in Oneşti. Every single person in this little and peaceful town I've actually met, from the wonderful young people of ONESTIN, to the patient shopkeepers, from the curious and friendly high school students, to the sincere marketplace people have been so kind and generous – how else can I answer the question about my opinion about the Romanian's?! Like I said before…In my opinion: They are TARI!

Monday 18 October 2010

Eve Mektuplar 5 - 18.10.2010 (29.gün)

18.10.2010

Her şeyden önce, ben biraz hasta oldum. Geçtiğimiz haftanın yoğunluğu ve koşuşturmasından sonra, bugün “işe gitmek” yerine, evde “hasta yatmak” aktivitesine adadım kendimi

Pazartesi off günümüzdü, elle tutulur hiçbir şey yapmadık akşamına kadar. Akşamı ile bu haftanın plan ve programı ile geçti. Salı buradaki liseleri dolaşmaya başladığımız gün oldu. 5 lise var Oneşti'de ve hepsine gidip gönüllülük konusunda, bizler konusunda bilgi veriyoruz. Lise son olan öğrencilerden ilgilenenlerle röportajlar yaparak Romanya'daki gençlik, onların umut ve korkuları konusunda bilgi ediniyoruz. Çarşamba günü yine bir interculturual night aktivitemiz vardı. Bu kez Portekizli arkadaşımız Salvador bizim için yöresel yemekler yaptı. İtiraf ediyorum, öncesinde bu konuda oldukça şüpheliydim, ama artık çok net olarak anladım ki Salvador mutfakta mucizeler yaratan bir sihirbaz. Yaptığı tavuk yemeğinin, pilavın ve enfes salatasının tadı damağımda hala. Perşembe, okul sonrası, kültür evinde bir oyuna gittik, ki bu oldukça tuhaftı. Tek kişilik bir dram olan oyunu, tiyatro adabı konusunda kör cahil denecek durumdaki, devamlı konuşan, telefonları ile oynayan ve işin aslı bence oyuna ve oyuncuya zerre saygısı olmayan bir salon dolusu liseli ile izlemek...Elbette oyun Romenceydi bu arada. Cuma yeni projemizin beklenen katılımcısı Oktay geldi ve hafta bitmeden o da projenin temposuna girdi. Onu izlerken elimde olmadan gülüyorum bazen. Çocuğa taze et muamelesi yapıyorlar ve o da doğal olarak durumun tuhaflığı karşısında ürküyor. Hafta sonu Oneşti'de kaldık. Cumartesi gecesi aynı anda kulüp / spa / pizzacı / nargileci olan “Seasons” adında, Ahu Tuba filmlerini anımsatan bir yere gittik, ben geceyi “acaba Nuri Alço nerden çıkacak?!” diye bakınarak geçirdim. Pazar ise, Lisede tanıştığımız çok kibar bir öğrencinin daveti üzerine, günü ailesi ile birlikte köy evlerinde geçirdik. Babası yemekten önce bize üzerinde içinde saydam içkiler olan shot bardakları ile biraz tuz ve ekmek olan bir tepsi sundu. Nasıl tüketilmesinin adet olduğunu bilmediğimiz için, ben "shot mu?" dedim. Amcamın yüzünde oldukça şüpheli bir tebessüm oluştu ve "evet, evet shot..." dedi. Tam biz elimize aldık Palincaları, içerden anne - kız "hayıııııır!" diye bağırarak koştular. Amcam ise o esnada yerde yuvarlanarak gülüyordu adeta. 


Sevgiler,
nep. 

Thursday 14 October 2010

Ankara seyircisi tepkisi

Kültür evindeki oyuna, oyunu değil de, oyunu izlemeye gelenleri izleme niyeti ile gittim ben. Ve çok şaşırdım. Kırk yılda bir bu tür bir aksiyon gören kasabada, salon doluydu… Ki bu iyi bir haber. Parasını verip biletini aldığı halde oturacak yer bulamayanlar vardı. Beni şaşırtan, oyun başladıktan sonraki manzara oldu. Kimse dinlemiyordu oyunu. Herkes konuşuyor, gülüyor, resim çekiyor, telefonlar çalıyor, mesajlar atılıyor – alınıyor… Ve sahnedeki (tek kişilik bir oyundu) hiç ama hiç umursamıyor! En acayibi de, oyun bittikten sonra herkes ayakta alkışladı?! İzlemediler ki!!! Bir “Ankara seyircisi” olarak ne kadar şaşkındım, tahmin edersiniz. 

the way home

Romanya'da sonbahar

Diğer Blogum'dan alıntıdır:

http://nepmtv.blogspot.com/2010/10/baharn-ilk-gunu-arap-collerinde-dunyaya.html




Baharın ilk günü, Arap çöllerinde dünyaya gelmişti mavi kız. Ancak ne yeşile – yeşillere, ne de sıcak havalara düşkündü. Su buharı gibiydi ruhu, sis gibi – kıştan yeni uyanan doğanın “sabah mahmurluğu” vardı üzerinde hep ve belki de bu yüzden grileri, toz renkleri, mavinin değdiği şeyleri severdi. Dışı soğuk, içi sıcacık olanlara düşkündü. Mavi kız “bahar insanı” sayardı kendini, ama komşunun tavuğu misali, hep diğer baharda arardı saadetini. Onun güçlü tonlarına, allarına morlarına kapılır – bir becerebilse de onlara sarıp sarmalarsa kendini, sanki daha mutlu olabilirmiş sanırdı. Mavinin kahve tonlarına uyumu, suyun toprağa aşkı gibiydi onun sonbahara olan bu merakı…yumuşak ve rahat – soğuk ve yağmurlu bir günde, iç ısıtan bir kupa sıcak çikolata gibi. 

“Huzurlu bir melankoli.” derdi sonbahar için hisleri sorulduğunda. Ve hep “Ankara’ya en çok yakışan!” diye düşünürdü kendi kafasında. Şimdi Romanya’daki tek göz oda evinden dışarıyı izlerken anlıyordu, Ankara’ya en çok sonbahar yakışıyordu – evet; ama Romanya sonbahara daha çok yakışıyordu. 


Uzun bir fırt çekerek sigarasını bitirirken Ankara’ya, şehrine, kendisine en çok yakıştırdığı sonbahara en çok yakışanın o olmadığını gördü ve içi burkuldu mavi kızın. Rekabetten ölesiye korkan ve kaçan biri için, hazmetmek zordu bunu. Sigarasını söndürürken “en azından manzara muazzam…” diyordu. 

Saturday 9 October 2010

Eve Mektuplar 4 - 09.10.2010 (20.gün)

09.10.2010

Hala çok iyiyim, hala çok memnunum. Projemiz Eurobridge önümüzdeki haftadan önce başlayamıyor. Ama biz boş durmak istemediğimiz için, kendimize iş çıkarıp, başka bir projeye de - Youth in Action in Detention'a gönüllü olduk. Bu proje beni oldukça etkiledi. Bütün bir haftayı ıslah evine küçük suçlar sebebi ile girmiş 12 - 17 yaş arası 60 kadar genç adamla geçirdik. Hatta bir akşam, biz de onlarla kaldık.

Bu çocukların bir çocuğu için hayat şu anda olabilecek en iyi şekilde devam ediyor. Beslenme ve barınma sorunları yok, devlet okulu düzeyine eğitim ve öğrenim fırsatları var, kendilerini onlara adamış dünyalar iyisi bir pederin manevi desteğine sahipler ve dışarıda olabileceklerinden çok daha rahatlar. Ancak gerçek hayat ne yazık ki şu anda içinde yaşadıkları fanusta oldukları kadar rahat olmalarına asla izin vermeyecek. Bu çocukların hepsinin sicili kirlenmiş durumda ve hayatları boyunca bu gerçeği asla değiştiremeyecekler, bunu asla geride bırakamayacaklar. Onlar bırakabilseler bile, toplum unutmasına asla izin vermeyecek. Burada onlara karşı olan önyargıyı anlatmam mümkün değil. Gerçi, bu durum dünyanın neresinde farklı ki?! Gönüllüler olarak bizim elimizden gelen ise, yakın zamanda cezası bitecek olan gençlere yeniden “dışarıdaki dünya”ya uyum sağlamaları konusunda yardımcı olmaya çalışmak.

Projenin ilk günü her zamanki gibi tanışma ve kaynaşma, plan program yapmakla geçti. Komik bir gruptu: Türkiye'yi aslen İspanyol olan ve tek bir kelime dahi Türkçe bilmeyen, ancak son bir yıldır Gaziantep'te yaşayan bir gönüllü temsil ediyordu. Onun yanına ben ve bir de Arap bir anne ile Kürt bir babanın yüksek lisansını bilişim teknolojilerinde yapan 29 yaşındaki Siirtli, sosyal bilimler öğretmeni oğlu eklenmiş olduk. İsveç'i biri Peace & Development diğeri ise Cultur, Individual & Mass Media okumuş iki ev arkadaşım temsil ediyordu. İtalya'dan tiyatrocu ve juglör olan genç bir kadın ile hayatı boyunca bu tür gönüllü işlerle uğraşmış, çocuk sevgisi dolu bir kukla oynatıcısı temsil ediyordu. Portekiz'den bizim projemizdeki fotoğrafçılık öğrencisi arkadaşımız ile birlikte adli tıp ile ilgili çalışan bir genç adam ve İngilizcesi çok iddialı olmayan avukat bir kadın vardı. Polonyalılar kuzendi - biri bu tür gönüllülük organizasyonları ile çok içli dışlıydı, diğeri ise mimar. Ve tabi Romanyalılar… Bu projenin iki mentoru Nicko (21 yaşında) ile Cosmin (25…26 belki?!) bizim host organizationdan gençler. Onların dışında bizim kendi projemizden mentorumuz ve host organizationımızın başkanı olan Alex, Elena ve 2 Romanyalı gönüllü daha vardı.

Pazar günü önce Ayine katıldık, sonra projenin ayrıntılarını oturttuk. Islah evinden “seçili birkaç genç adam” yanımıza getirildi ve etkileşime geçilmeye başlandı. Bu hem bizleri, hem onları, hem de onların anlatacakları ile karşımıza çıkacak diğer arkadaşlarını hazırlamak için bir tür “ilk temas” gibiydi. Akşam önce proje arkadaşlarımızdan birinin doğum gününü kutladık, ardından ise ıslah evleri konusunda bu sene Romanya'da çekilmiş bir sanat filmi izledik. Acı tatlı bir hikâyeydi, beğendim.

Pazartesi ilk iki otobüsü kaçırmamıza rağmen, üçüncü otobüsü yakalayarak basın toplantısına zamanında yetişmeyi başardık, sonrasında ise ıslah evine girdik ve tüm pazarı oradaki gençlerle birlikte geçirdik.(www.youtube.com/watch?v=Ihviij0fEK4) Komik detay: Nasıl oldu bilmiyorum, bir an futbol oynuyordum, sonra bizim takım yenilip elenince ben de sağdan soldan bir iki çocuğa hadi voleybol oynayalım o zaman dedim ve biz sahanın kenarında oynamaya başladık… 3, 5 oldu, 5, 8 oldu… Derken biz sahanın yarısını ele geçirmişiz. Ben ıslahevinde voleybol kraliçesi oldum o gün. Gece Intercultural Night denen ve katılımcıların ülkelerine dair bir şeyler paylaştığı aktivite vardı. Türkiye adına Rakı, fıstık, lokum, Türk kahvesi, çorba ve resimler vardı. Gecenin sonunda kimsenin hiçbir şeye hali kalmamıştı, her ülkenin alkolü bünyedeydi, o yüzden de orda kaldık.

Salı meğer Romanya'da öğretmenler günüymüş, çocuklar öğretmenleri için bir sürü programlar, yarışmalar vs hazırlamış – hazırlanmışlar. Onlarla birlikte geçirdik günü. Çarşamba, Eurobridge projesindekiler hariç herkes tuz madenini görmeye gitti. Bizler ise projemizle ilgili konuştuk, beyin fırtınası yaptık, sonra da yeniden çocuklarla bir araya gelip onlarla zaman geçirdik. Akşama doğru diğerleri dönünce hep birlikte Slanic Moldova'ya gittik. Her seferinde söylüyorum, ama yine kendimi yineleyeceğim: Romanya'da doğa muhteşem.

Perşembe, proje Oneşti'de güzel bir gece ile ise sona erdi. Dün Bükreş'e gitmeye niyetlendik ancak saatinde durakta olmak yetmiyormuş, araca rezervasyon yaptırmış olmamız gerekirmiş, bunu deneyimleyerek öğrendik. Eve dönmek yerine Bacau'ya gittik. İtiraf: Romanya'da bazen biletsiz yolculuk etmek duyulmamış, görülmemiş bir şey değil… Biz de geleneklere bağlı davrandık. Yanlışlıkla. Bacau'dan Piatra-Neam'’a geçtik ve yazdan kalma sımsıcak, apaydınlık bir gün bulduk. Gece de kalmak için 3 yataklı temiz bir odası ve banyosu olan küçücük bir pansiyon bulduk. Komik detay: evimizde televizyon da radyo da olmadığı için, pansiyon odamızda 2 kişilik yatağa inci gibi dizilip film izleyerek uyuduk… İnsan sahip olmadığına özeniyor.


Sevgiler,
nep. 

Wednesday 6 October 2010

Veda gecesi

G - I knew it.
Nep - (konunun ne olduğunu bile anlamamış bir halde şaşkınca çevreye bakınmak)
G - You really are a witch.
Nep - (hala tam olarak emin değil neler olduğundan ya da ne kast edildiğinden) 
G - You've bewitched me...
Nep - (şaşkınlık
G - You look beautiful.
Nep - (nihayet biraz zeka belirtisi) oh! Merci.

Tuesday 5 October 2010

frijitlik bir yaşam biçimidir.

G - (tam kapıya yönelmiş çıkarkenCan I join you?
Nep - (pardüsem elimde) Of course. 
G - (sigaralarımızı yakarken, her şeyimi aldığımı fark edinceAre you leaving already? 
Nep - (günün yorgunluğu ile) It's getting late.
G - (kısa bir sessizlikten sonra, gözlük altından, yaramazcaYou could stay at our room tonight... 
Nep - (şaşkıncaI took M's keys, she said they had a spare bed. 
G - (kafasını hafif yana çevirerekMaybe I'll get lost tonight...(yeniden bana dönüp) And en up in your room? 
Nep - (henüz yarısına bile gelmediğim sigaramı söndürürkenNo, I don't think that's a good idea. (tatlı bir gülümseme ile) Goodnight. 
G - (oldukça şaşkın olarakGoodnight.

Monday 4 October 2010

enteresan etkileşimler.

G - (sessizce, yan yana yürürken aniden durarak) Are you a witch?
Nep - ("nasıl yani?!" ifadesi ile olduğu yerde kalakalmış olarak) Why would you ask something like that?!
G - (yeniden önüne dönüp yürümeye başlayarak) I used to know a witch and you kind of remind me of her...(derken yaıma gelip gözlerini gözlerime dikerek) Are you?
Nep - (dönüp yoluma yürümeye başlamadan hemen önce, çapkın bir gülümseme eşliğinde) You don't expect me to actually answer that.
G - (arkamdan duyduğum) No, I guess I don't.  

by Elin Otterman

http://vimeo.com/16502678

Sunday 3 October 2010

skandal.

Pazar günü, bir grup turist kılıklı, yüksek güvenlikli bir ıslah evine, pazar ayinine katılmak üzere giderken, ıslah evinin pederinden son anda gelen bir telefonla en yakın markete koşuyor ve ıslah evindeki çocukların bazılarının ayin için kullanılacak 'kutsal şarap'ı çalmaları sebebi ile şarapsız kalan peder için alışveriş yapıyorlar. Yalnız bir sorun var: ıslah evine alkol sokmak yasak. Şarabı alan ve en kısa zamanda ıslah evinin nizamiyesine ulaşan kahramanlar, kapıdaki aramadan da şarabı saklamayı başarmış bir şekilde geçmiş, pasaportlarını teslim ederek içeri giriyorlar. O sırada peder ayin kıyafetleri ile koşarak onları karşılamaya geliyor, ilk iş şarabı istiyor. Güvenliğin gözü önünde, gizlice sokulan şarap ortaya çıkarılıyor ve pedere teslim ediliyor. O sırada gerçek anlamda anlık bir delirme yaşayan güvenlik görevlisini yatıştıran peder az sonra tirbuşonu olmadığını hatırlıyor ve şarabı açması için güvenlik görevlisine uzatıyor… Hayatta böyle şeyler oluyor. 

Eve Mektuplar 3 - 03.10.2010 (14.gün)

03.10.2010

Oneşti'deki ilk haftam sona eriyor. Burası ne köy, ne de şehir – kasaba sanki en uygun tanım. Birbirine paralel uzanan 2 ana cadde ve onları kesen sokaklardan oluşan bu kasabada evimiz, bu ana caddelerden birinde – gönüllüsü olarak çalıştığımız gençlik örgütünün merkezine yürüyerek 15 dakika mesafede.

Küçücük evimizde radyo da, televizyon da yok. İnternet ise henüz bağlatılmamış, ahlaksızca komşulardan birinden çalıyoruz. Sabah 7 gibi kalktık her gün. Birer fincan kahve içip “sabah yürüyüşümüz” için çıktık, sonra eve dön, duş al, kahvaltı… 9'da ise “merkez” dediğimiz gençlik merkezinde oluyorduk. Bize Romence öğreterek başladılar işe. Dile özel bir yatkınlığım olmamasına rağmen, hiç zorlanmıyorum. Hani bazen bilmediğin dilde bir şey anlatmak istersin de, belki anlarlar diye İngilizcesini söylersin ya? Burada buna gerek yok. Türkçesini söylemek genelde yetiyor… Dil derslerimiz öğle yemeğine kadar devam etti, sonra hava güzel olduğu günler pikniğe, kötü olduğu günler ise eve geçip yemek yedik. Sağlıklı yaşama adına dışarıda yemek yemiyoruz gerekmedikçe. Burada devamlı bir löp et, haşlanmış veya kızarmış patates ve mısır tüketimi var… Nasıl bu kadar sıska kalabiliyorlar anlamak mümkün değil. Uzun yemek aramız (aşağı yukarı 3 saat) sonrasında yeniden merkezde buluşup proje stratejileri konuştuk, plan yaptık – oldukça “oryantasyon” odaklı bir haftaydı. Gece 2'den önce uyumayan ben, saat 10 oldu mu uyuyorum burada. Buna rağmen bu evde “en geç yatan” durumundayım.

Türkiye'den Oktay isimli bir güzel sanatlar öğrencisi de projemize katılacak. Onu beklemek ve başlamak adına bizim projeye pazartesi başlamak yerine, bir haftalık başka bir projede yer almaya karar verdik. Yani, şu anda bizim olmayan, başkalarına ait bir projede gönüllü olarak çalışıyoruz. Youth in Action in Detention isimli bu projede, sosyal dezavantajları olan, ıslah evinde kalan ergenlerle çalışıyoruz. Bizi yine aynı Predeal'deki gibi sanki kıtlıktan çıkmışız gibi beslemeye çalışıyorlar. İnsan ortasında marmelat koyduğu tatlı krepin üzerine bir de toz şeker serper mi sorusunun yanıtı kültürden kültüre fark göstermekte.

Komik bir detay: ev arkadaşlarımla tek oda, 2 yataklı bir ceviz kabuğu paylaştığımız için ev olarak, ilk gün bir karar aldık. Her hafta bir kişi bir odadaki yatakta tek başına, iki kişi ise salondaki yatakta birlikte yatacak ve bu dönüşümlü olarak değişecek. İlk hafta tek odadaki yatakta ben yattım yalnız, bu gece ise artık 2 haftalık paylaşma sürecim başlıyor.


Sevgiler,
nep. 

Tuesday 28 September 2010

Eve Mektuplar 2 - 28.09.2010 (9.gün)

28.09.2010

Projedeki ilk günümüzdü dün. O kadar yorgundum ki akşam, baygın gibi devrilip kalmışım 20:00 sularında. Hala iyiyim, hala çok mutluyum, hala keyfim yerinde.

Geçtiğimiz hafta çok yendi ve çok oturuldu, ama orda 70'ten fazla yeni insan tanıdım ve sanırım kendileri ile uzun yıllar devam edecek arkadaşlıklar kurmuş olduk. Eurobridge projesi için 3 ay Romanya'dayız, her hafta sonuna alakasız başka bir köşesine davetliyiz ve biliyoruz ki orda dostane bir karşılama ve ağırlamanın yanı sıra başımızın üzerinde bir çatı, altımızda yatak ve önümüzde yiyecek olacak.

Cumartesi günü yağmurlu Predeal'den “dolmuş”la güneşli Braşov'a geçtik. Eşyalarımızı emanete bırakıp şehir turuna çıktık. Şehir, eski Ankara (ulus, çıkrıkçılar yokuşu, müzelerin olduğu yer) ile İstanbul-Beyoğlu karışımı bir yer. Gardan şehrin en canlı kanlı merkezine 15 dakikada yürümek mümkün.

Yürürken fark ettik: her yer 2.el dükkânı. Romanya'da da bizimkine benzer bir para değişimi süreci yaşanıyor. 10000Lei'den 4 tane 0 atılmış, şimdi 1Ron dedikleri paraya ulaşılmış – ancak sokaktaki insan Ron'u pek benimsememiş, o yüzden de herkes hala Lei diyor. Lei'lerden (daha doğrusu Ron'lardan) 4 tanesi 1€ (kabaca 2TL) ediyor. Gördüğümüz tüm 2. ellere girdik ve hepsinden bir şeyler alındı. Fiyatlar komik. 7 Ron'a neler alınabildiğine şaşarsınız.

Tarihi yerler (örnek: siyah kilse, ilk okul) ve sokakları gezdik, parklarda dolandık, sonra da biraz yemek biraz içmek tabi – Akşam 5'e doğru tekrar gardan eşyalarımızı alıp yandaki otogara geçtik ve Oneşti yolculuğumuz başlamış oldu.

Yolda yanıma genç bir çift oturdu, (aynı ilk tren yolculuğumda o şirin yaşlı çift ile olduğu gibi) muhatap olduk. Henüz liseli olan bu iki genç, televizyonda yayınlanan dublajsız çizgi filmleri izleyerek öğrendikleri İngilizceyi, çok iyi konuşabiliyorlardı ve o yüzden de yol boyu rahatça sohbet ettik. Bir sürü şey anlattılar hayatlarına, ülkelerine ve insanlarına dair, hatta tarihlerine dair: o sırada geçmekte olduğumuz yolun olduğu bölge meğer Romanya'nın “Çanakkale”siymiş – 2. Dünya savaşında düşmana geçit vermemişler oradan. Derken Andreea telefonunu verdi ve eğer istersem bana rehberlik etmek istediğini, hatta annesi ile konuşup bir akşam beni “gerçek Romanya yemekleri yemek için” evine davet etmek istediğini söyledi. Çok sıcakkanlı insanlar.

Dolmuştan indik, bağlantımız Alex bizi almaya geldi. Önce eve alışveriş yapmaya gittik, yorgunluktan bitap bir şekilde eve geçme hayalleri kurarken, bir de “hadi önce merkeze bir uğrayalım” dendi. Yeni evimizdeki ilk gecemiz tamamen çamaşır yıkamak ve bavul boşaltmak üzerine kuruluydu. Eski ama temiz, küçücük ama rahat bir ev. Her yer dantel örtüler ve bebek İsa'ya sarılmış anne Meryem veya meyve tabağı resimleri ile süslü, komünist mimarisine uygun tasarlanmış tek odalı bir daire – nine evi, ama ben sevdim.

Pazar günü, yani Oneşti'deki ilk resmi günümüz, yağmurluydu ve gezip görmek amacı ile yakınlardaki tuz madenine gittik. Çıktığımızda yağmur ağırlaştı, Oneşti'ye döndüğümüzde ise iyice delirmişti.

Romanya'da kan emen vampirlerle henüz muhatap olmadım ama çok sayıda sivrisinek ısırığı var kolumda, bacağımda, parmağımda – her yerimde… Kan emiciyse, kan emici işte.


Sevgiler,
nep. 

Monday 20 September 2010

Eve Mektuplar 1 - 20.09.2010 (1.gün)

20.09.2010
İyiyim, her şey yolunda. Önce bunu söylemek lazım sanırım. Sonra: ÇOK MUTLUYUM! Gerçekten - çok.

Az zaman oldu yanınızdan ayrılalı - ama hızlı geçiyor ve maceralar peşi sıra geliyor. Bükreş’te karşıma çıkan ilk dükkânın tren garında insanı karşılayan "İstanbul Kebap" oluşu sanırım en komik olanı. En insancıl olanı ise bana tren garında yardımcı olan, serserilerden koruyan ve bilet almama yardım edip üzerine bir de kahve ısmarlayan Dana isimli Romanyalı tatlı bir bayan ile tanışmam ve telefon numarasını `lazım olursa - mutlaka ara!` diyerek vermesi oldu. Trende yanına oturduğum süper şirin yaşlı çift, tek kelime İngilizce bilmiyordu ama hem bavullarım konusunda bana yardımcı oldular, hem de yolculuk boyu ellerinden geldiğince sohbet etmeye çalıştılar benimle. Predeal’e varıp garda inince ilk iş bağlantımla konuştum. Sonra, otele geçmek için taksi aramam gereken sırada, genç bir çift yanıma yaklaşıp `konuşmanızı duyduk da...biz dün evlendik - sizin gideceğinizi söylediğiniz otelde balayına gidiyoruz, isterseniz taksiye birlikte binelim?!` dedi - böylece onda da hiç zorlanmadım. Ayrıntı: taksici çok hoş bir bayandı... Sanırım bu ilk kez kadın bir taksi şoförü görüşüm. Dana (evet, yaygın bir isim herhalde) ve Adrian'la otele geldikten sonra ise bambaşka bir macera başlamış oldu – eğitim.

Hava burada sabahları soğuk, sonra öğleye doğru ısınıyor – sıcak oluyor... Derken hava serinlemeye başlıyor ve sonunda, hava kararırken, buz gibi oluyor. Ama insanlar sımsıcacık... 70’ten fazla genç gönüllü var burada. Fransızından İspanyoluna, İsveçlisinden Ermenisine her milletten insan var, zencisi sarışını kızılı - panayır gibi. Hepsi güler yüzlü, hepsi hevesli. Eğitim denen bu süreçte, tanışıp kaynaşmak adına: sabahtan aksama kadar 500 farklı milletten insanla İngilizce konuşup türlü yemekler yiyor, aptal suptal oyunlar oynuyoruz. Amaç buraya gelen bu bir sürü alakasız insanı kaynaştırmak ve birbirleri ile rahat yaşar ve de çalışır hale getirmek.

Komik: Türk olduğumu duyan süzüyor beni, anlam veremiyordum önceleri - sonra sebebi, daha doğrusu sebepleri anlaşıldı. Grupta yalnız 5 tane Türk var ve ben aralarında tek pembe nüfus cüzdanlıyım. Anlaşılan, bayanlar arasında çok popüler bizim çocuklar. Özellikle Fransızlar onlara dair içeriden bilgi almak istiyorlar...

Şarapları tatlı, geleneksel tatlılar leziz - ama ağır. Et sanırım burada doğrudan domuz eti olarak anlaşılıyor. Çay – poşet çay, kahve ise bana çok hafif geliyor. Şekeri gerçekten çok seviyorlar.

Eğitim yaklaşık bir hafta sürecek, sonra “intercultural night” diye bir organizasyonla tamamlanacak ve gönüllüler Romanya’nın farklı bölgelerine dağılacak...


Sevgiler,
nep.

PS: Otele geldiğim gibi tanıştığım ilk kişinin eğitim boyunca oda arkadaşım olacak olan gönüllü çıkması, sonraki tanıştığım ilk kişinin ise İlker isimli bir Türk gönüllü olması bence enteresan oldu.

Wednesday 15 September 2010

Romanya


şaka değil. 
bu kez gidiyorum. 
sadece bir kaç gün sonra yeni bir maceraya doğru yola çıkıyorum.