Tuesday 26 October 2010

Sibiu'ya minicik dolmuşla olan 6 saatlik yolculuğumuzun sonunda vardığımızda, hepimiz çok yorgun hale gelmiş, hava kararmış, etraf oldukça serinlemişti. Yolculuk esnasında tesadüfî biçimde şoförümüzün Türkçe bildiğini öğrendiğimi eklemek için uygun bir nokta olur bu sanırım. Her neyse, bizimkiler, özellikle Oktay isimli genç ve heyecanlı Türk delikanlımız merkezin yerini öğrenmek için Tarzancıdan hallice İngilizcesi ile debelenirken, ben ebetteki çevremdeki mimariye odaklı biçimde kendi eksenimde dönüyordum. Sonra bizim şoförle göz göze geldim. O mesafeden böyle eli ile evrensel "Gel" işaretini yaptı. Ebetteki ben hemen durumu anladım, "Beni takip edin" dedim bizim çocuklara ve aynen gerisin geri bindik indiğimiz dolmuşa. Kızlar ve Salvador tecrübe ile beni sorgulamamayı öğrendiklerinden, Oktay'ın hafif panik halindeki "neden, noluyo, niye?!" benzeri sorgulamaları dışında her şey oldukça hızlı ve sakindi. Dolmuş şoförümüzün bizi gardan alıp doğrudan şehir merkezine şahsi aracımızmışçasına bıraktığı o geceden beri, Oktay da sanki artık beni sorgulamıyor. 

Monday 25 October 2010

Eve Mektuplar 7 - 25.10.2010 (36.gün)

25.10.2010

Elimizde olmayan teknik aksaklıklar nedeni ile, yani internetini hali hazırda halen çalmakta olduğumuz komşumuzdan kaynaklanan sebeplerden ötürü, internet bağlantımız ile ilgili henüz çözemediğimiz bazı sorunlar bulunmakta. Mentorumuzun bize aldığı internet stick ise bizim beceriksizliğimize yenilip, setup edilemedi. Yarın sabahın bu sorunu gidermek için biri geliyor, ancak sonrasında evden birlikte çıkacak ve pazar akşamına kadar bir daha eve dönmeyeceğiz. Yarın merkezde işimiz bittikten sonra Sibiu´ya geçecek, 1 veya 2 gece orda kalıp, oradan Râmnicu Vâlcea´ya, Predeal´dan arkadaşlarımızın yanına geçeceğiz. İtiraf ediyorum, bu konuda oldukça heycanlıyım. Orda gerçten görmek istediğim insanlar var, bazılarını diğerlerinden çok özlemiş olabilirim. Sibiu´da ne kadar kaldığımıza bağlı olarak burada da 1 veya 2 gece kalacak, sonra da büyükelçilikteki 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonun katılmak üzere Bükreş´e geçeceğiz. Pazar akşamına eve dönmüş oluruz diye karar verdik, çünkü pazartesileri Türkçe dersi veriyorum artık merkezde.


Sevgiler,
nep. 

Sunday 24 October 2010

Oktay Geldi!

Bi uyuyup uyanmak

Diğer Blogum'dan alıntıdır:
http://nepmtv.blogspot.com/2010/10/bi-uyuyup-uyanmak.html



Çok acıyordu canı mavi kızın. O kadar çok acıyordu ki, artık içinde tutamaz olmuştu – elini attığı her şeye; yazılarına, resimlerine, sözlerine ve en çok da gözlerine bulaşmıştı içindeki o kara, kapkara acı…içinden atışı bile dindirmiyordu ama sancısını. bilmiyordu, bilemiyordu ve kimseye de soramıyordu: neden? 


Çok direndi mavi kız. Kalmak için elinden geleni yapıyordu aslına “gitmek istiyorum…” derken bile. Sertab Erener “Bir Çaresi Bulunur” diye fısıldamıştı ona o bitmez gözüken karanlık günlerde. Hele bir uyuyup uyansa, her şeyi geride bırakabilir diye umuyordu mavi kız safça. Ama sonunda yenildi…ve bu kez gitti. 

Çok da iyi etti. 

“Keşke daha önce gitseydim!” 

Şimdi, yalnızca bir ay sonra, bunu içi rahat, yüzü gülüyor, yeniden parıldıyorken, hoş bir kahkaha eşliğinde umarsızca söylüyordu mavi kız. Bu gün onca zaman sonra ilk kez dinlediğinde o şarkıyı, sanki bir başkasının anlattığı ona uzak anıları hatırlar hissetti kendini. 

Bir çaresi bulunmuştu çünki.

Thursday 21 October 2010

Eve Mektuplar 6 - 21.10.2010 (32.gün)

21.10.2010

Çok şükür sağlıklı ve de elbette ki mutlu, mesudum yine yeniden! Enteresan zamanlar geçiyor burada. Bir ayı geride bıraktığımız bu sıralar, artık iyice yöre insani haline geldik gibi, sokaklarda tanınan simalarız.

Size mail attığım gün, ev sahibemiz ben uyurken eve girip ben hasta buldu. Evde saklı olduğunu bile bilmediğimiz battaniye ve yorganlar çıkarıp üzerimi örttü, ateşimi kontrol etti. Tek kelime anlamıyorduk birbirimizin dediklerinden ama giderken sımsıkı sarıldı, öptü. Şaşırdım. Dün eve gelince, evi toplanmış, eski çarşafları yıkanmış ve yerlerinde yenileri hazırlanmış olarak bulduk, bir de mutfak masası üzerine koca bir tas taze elma bırakmış. Odaya ise bizlere ait olmadığından emin olduğumuz bir dergi, açık biçimde konmuştu. Sayfaya bakınca gördük ki ki, evimizi süsleyen resimlerin aynılarıydı bunlar. Bu sabah evden çıkarken, onu bizi mutlu ettiği gibi mutlu etmeyi umarak, google translate kullanarak Romence'ye çevirdiğim bir teşekkür notunu post it`e yazarak derginin açık sayfasına yapıştırdım.

Dün kenar bir varoş mahalleye, Çingenelerin yanına gittik. Oraya gitmek için, yanımızda ızbandut gibi bir bodyguard almak durumunda kaldık. Duygusal anlar yaşandı orda: öyle güzel, öyle umut dolu ki oradaki çocuklar... Ve o kadar bariz biçimde umutsuz ki aslında halleri. Giderken, küçük kızlardan biri, biraz ürkek yaklaştı, anlayamadığım bir şeyler söyledi. Yanımda duran ve o sırada yüzü yumuşayan bodyguarda sordum ne söylediğini, iltifat ettiğini anlattı. Kız ile yüz yüze olmak için dizim üzerine çöktüğüm anda küçücük kolları sanki küçük ve kırılgan olan benmişim, bana zarar vermekten korkarmış gibi çok hafif ama çok da hızlı sarıldı boynuma. Gözüm doldu o anda. Bizi izleyen herkesin gözleri doldu hatta galiba o anda.


Sevgiler,
nep. 

Wednesday 20 October 2010

What do I think about Romania - or the Romanian`s? They're TARI!.

bu hafta bizden yeni yayımlanmaya başlayacak dergi/gazete için yazı istediler… Ben de bunu yazdım:

What do I think about Romania - or the Romanian`s? They're TARI!

It was a grey and rainy Sunday morning when I landed in Bükreş and as the bus made its way to the train station I couldn't help but wonder how the people of this country would be…You see, I've always been a lucky person and my whole Romania experience, till now, has been blessed with this luck too. The past month I.ve meet quite a few Romanian's and every one of them have been pleasant, helpful and hospitable. The examples are so many! The lady who helped me find my way to the bus which would take me to the train station; the man who lent me his bus ticket, just because I didn't have any; another lady who helped me buy my ticket for the train and even had a cup of coffee with me while waiting for our trains; the old couple who couldn't speak a word of English, but helped me with my luggage and merrily chatted with me throughout our train ride; the young, newly married couple who overheard me mention I was supposed to go to the hotel they were having their honeymoon at, and offered me a ride; the wonderful people in Predeal and Braşov. And all this was just my first week! Things only got better after arriving in Oneşti. Every single person in this little and peaceful town I've actually met, from the wonderful young people of ONESTIN, to the patient shopkeepers, from the curious and friendly high school students, to the sincere marketplace people have been so kind and generous – how else can I answer the question about my opinion about the Romanian's?! Like I said before…In my opinion: They are TARI!

Monday 18 October 2010

Eve Mektuplar 5 - 18.10.2010 (29.gün)

18.10.2010

Her şeyden önce, ben biraz hasta oldum. Geçtiğimiz haftanın yoğunluğu ve koşuşturmasından sonra, bugün “işe gitmek” yerine, evde “hasta yatmak” aktivitesine adadım kendimi

Pazartesi off günümüzdü, elle tutulur hiçbir şey yapmadık akşamına kadar. Akşamı ile bu haftanın plan ve programı ile geçti. Salı buradaki liseleri dolaşmaya başladığımız gün oldu. 5 lise var Oneşti'de ve hepsine gidip gönüllülük konusunda, bizler konusunda bilgi veriyoruz. Lise son olan öğrencilerden ilgilenenlerle röportajlar yaparak Romanya'daki gençlik, onların umut ve korkuları konusunda bilgi ediniyoruz. Çarşamba günü yine bir interculturual night aktivitemiz vardı. Bu kez Portekizli arkadaşımız Salvador bizim için yöresel yemekler yaptı. İtiraf ediyorum, öncesinde bu konuda oldukça şüpheliydim, ama artık çok net olarak anladım ki Salvador mutfakta mucizeler yaratan bir sihirbaz. Yaptığı tavuk yemeğinin, pilavın ve enfes salatasının tadı damağımda hala. Perşembe, okul sonrası, kültür evinde bir oyuna gittik, ki bu oldukça tuhaftı. Tek kişilik bir dram olan oyunu, tiyatro adabı konusunda kör cahil denecek durumdaki, devamlı konuşan, telefonları ile oynayan ve işin aslı bence oyuna ve oyuncuya zerre saygısı olmayan bir salon dolusu liseli ile izlemek...Elbette oyun Romenceydi bu arada. Cuma yeni projemizin beklenen katılımcısı Oktay geldi ve hafta bitmeden o da projenin temposuna girdi. Onu izlerken elimde olmadan gülüyorum bazen. Çocuğa taze et muamelesi yapıyorlar ve o da doğal olarak durumun tuhaflığı karşısında ürküyor. Hafta sonu Oneşti'de kaldık. Cumartesi gecesi aynı anda kulüp / spa / pizzacı / nargileci olan “Seasons” adında, Ahu Tuba filmlerini anımsatan bir yere gittik, ben geceyi “acaba Nuri Alço nerden çıkacak?!” diye bakınarak geçirdim. Pazar ise, Lisede tanıştığımız çok kibar bir öğrencinin daveti üzerine, günü ailesi ile birlikte köy evlerinde geçirdik. Babası yemekten önce bize üzerinde içinde saydam içkiler olan shot bardakları ile biraz tuz ve ekmek olan bir tepsi sundu. Nasıl tüketilmesinin adet olduğunu bilmediğimiz için, ben "shot mu?" dedim. Amcamın yüzünde oldukça şüpheli bir tebessüm oluştu ve "evet, evet shot..." dedi. Tam biz elimize aldık Palincaları, içerden anne - kız "hayıııııır!" diye bağırarak koştular. Amcam ise o esnada yerde yuvarlanarak gülüyordu adeta. 


Sevgiler,
nep. 

Thursday 14 October 2010

Ankara seyircisi tepkisi

Kültür evindeki oyuna, oyunu değil de, oyunu izlemeye gelenleri izleme niyeti ile gittim ben. Ve çok şaşırdım. Kırk yılda bir bu tür bir aksiyon gören kasabada, salon doluydu… Ki bu iyi bir haber. Parasını verip biletini aldığı halde oturacak yer bulamayanlar vardı. Beni şaşırtan, oyun başladıktan sonraki manzara oldu. Kimse dinlemiyordu oyunu. Herkes konuşuyor, gülüyor, resim çekiyor, telefonlar çalıyor, mesajlar atılıyor – alınıyor… Ve sahnedeki (tek kişilik bir oyundu) hiç ama hiç umursamıyor! En acayibi de, oyun bittikten sonra herkes ayakta alkışladı?! İzlemediler ki!!! Bir “Ankara seyircisi” olarak ne kadar şaşkındım, tahmin edersiniz. 

the way home

Romanya'da sonbahar

Diğer Blogum'dan alıntıdır:

http://nepmtv.blogspot.com/2010/10/baharn-ilk-gunu-arap-collerinde-dunyaya.html




Baharın ilk günü, Arap çöllerinde dünyaya gelmişti mavi kız. Ancak ne yeşile – yeşillere, ne de sıcak havalara düşkündü. Su buharı gibiydi ruhu, sis gibi – kıştan yeni uyanan doğanın “sabah mahmurluğu” vardı üzerinde hep ve belki de bu yüzden grileri, toz renkleri, mavinin değdiği şeyleri severdi. Dışı soğuk, içi sıcacık olanlara düşkündü. Mavi kız “bahar insanı” sayardı kendini, ama komşunun tavuğu misali, hep diğer baharda arardı saadetini. Onun güçlü tonlarına, allarına morlarına kapılır – bir becerebilse de onlara sarıp sarmalarsa kendini, sanki daha mutlu olabilirmiş sanırdı. Mavinin kahve tonlarına uyumu, suyun toprağa aşkı gibiydi onun sonbahara olan bu merakı…yumuşak ve rahat – soğuk ve yağmurlu bir günde, iç ısıtan bir kupa sıcak çikolata gibi. 

“Huzurlu bir melankoli.” derdi sonbahar için hisleri sorulduğunda. Ve hep “Ankara’ya en çok yakışan!” diye düşünürdü kendi kafasında. Şimdi Romanya’daki tek göz oda evinden dışarıyı izlerken anlıyordu, Ankara’ya en çok sonbahar yakışıyordu – evet; ama Romanya sonbahara daha çok yakışıyordu. 


Uzun bir fırt çekerek sigarasını bitirirken Ankara’ya, şehrine, kendisine en çok yakıştırdığı sonbahara en çok yakışanın o olmadığını gördü ve içi burkuldu mavi kızın. Rekabetten ölesiye korkan ve kaçan biri için, hazmetmek zordu bunu. Sigarasını söndürürken “en azından manzara muazzam…” diyordu. 

Saturday 9 October 2010

Eve Mektuplar 4 - 09.10.2010 (20.gün)

09.10.2010

Hala çok iyiyim, hala çok memnunum. Projemiz Eurobridge önümüzdeki haftadan önce başlayamıyor. Ama biz boş durmak istemediğimiz için, kendimize iş çıkarıp, başka bir projeye de - Youth in Action in Detention'a gönüllü olduk. Bu proje beni oldukça etkiledi. Bütün bir haftayı ıslah evine küçük suçlar sebebi ile girmiş 12 - 17 yaş arası 60 kadar genç adamla geçirdik. Hatta bir akşam, biz de onlarla kaldık.

Bu çocukların bir çocuğu için hayat şu anda olabilecek en iyi şekilde devam ediyor. Beslenme ve barınma sorunları yok, devlet okulu düzeyine eğitim ve öğrenim fırsatları var, kendilerini onlara adamış dünyalar iyisi bir pederin manevi desteğine sahipler ve dışarıda olabileceklerinden çok daha rahatlar. Ancak gerçek hayat ne yazık ki şu anda içinde yaşadıkları fanusta oldukları kadar rahat olmalarına asla izin vermeyecek. Bu çocukların hepsinin sicili kirlenmiş durumda ve hayatları boyunca bu gerçeği asla değiştiremeyecekler, bunu asla geride bırakamayacaklar. Onlar bırakabilseler bile, toplum unutmasına asla izin vermeyecek. Burada onlara karşı olan önyargıyı anlatmam mümkün değil. Gerçi, bu durum dünyanın neresinde farklı ki?! Gönüllüler olarak bizim elimizden gelen ise, yakın zamanda cezası bitecek olan gençlere yeniden “dışarıdaki dünya”ya uyum sağlamaları konusunda yardımcı olmaya çalışmak.

Projenin ilk günü her zamanki gibi tanışma ve kaynaşma, plan program yapmakla geçti. Komik bir gruptu: Türkiye'yi aslen İspanyol olan ve tek bir kelime dahi Türkçe bilmeyen, ancak son bir yıldır Gaziantep'te yaşayan bir gönüllü temsil ediyordu. Onun yanına ben ve bir de Arap bir anne ile Kürt bir babanın yüksek lisansını bilişim teknolojilerinde yapan 29 yaşındaki Siirtli, sosyal bilimler öğretmeni oğlu eklenmiş olduk. İsveç'i biri Peace & Development diğeri ise Cultur, Individual & Mass Media okumuş iki ev arkadaşım temsil ediyordu. İtalya'dan tiyatrocu ve juglör olan genç bir kadın ile hayatı boyunca bu tür gönüllü işlerle uğraşmış, çocuk sevgisi dolu bir kukla oynatıcısı temsil ediyordu. Portekiz'den bizim projemizdeki fotoğrafçılık öğrencisi arkadaşımız ile birlikte adli tıp ile ilgili çalışan bir genç adam ve İngilizcesi çok iddialı olmayan avukat bir kadın vardı. Polonyalılar kuzendi - biri bu tür gönüllülük organizasyonları ile çok içli dışlıydı, diğeri ise mimar. Ve tabi Romanyalılar… Bu projenin iki mentoru Nicko (21 yaşında) ile Cosmin (25…26 belki?!) bizim host organizationdan gençler. Onların dışında bizim kendi projemizden mentorumuz ve host organizationımızın başkanı olan Alex, Elena ve 2 Romanyalı gönüllü daha vardı.

Pazar günü önce Ayine katıldık, sonra projenin ayrıntılarını oturttuk. Islah evinden “seçili birkaç genç adam” yanımıza getirildi ve etkileşime geçilmeye başlandı. Bu hem bizleri, hem onları, hem de onların anlatacakları ile karşımıza çıkacak diğer arkadaşlarını hazırlamak için bir tür “ilk temas” gibiydi. Akşam önce proje arkadaşlarımızdan birinin doğum gününü kutladık, ardından ise ıslah evleri konusunda bu sene Romanya'da çekilmiş bir sanat filmi izledik. Acı tatlı bir hikâyeydi, beğendim.

Pazartesi ilk iki otobüsü kaçırmamıza rağmen, üçüncü otobüsü yakalayarak basın toplantısına zamanında yetişmeyi başardık, sonrasında ise ıslah evine girdik ve tüm pazarı oradaki gençlerle birlikte geçirdik.(www.youtube.com/watch?v=Ihviij0fEK4) Komik detay: Nasıl oldu bilmiyorum, bir an futbol oynuyordum, sonra bizim takım yenilip elenince ben de sağdan soldan bir iki çocuğa hadi voleybol oynayalım o zaman dedim ve biz sahanın kenarında oynamaya başladık… 3, 5 oldu, 5, 8 oldu… Derken biz sahanın yarısını ele geçirmişiz. Ben ıslahevinde voleybol kraliçesi oldum o gün. Gece Intercultural Night denen ve katılımcıların ülkelerine dair bir şeyler paylaştığı aktivite vardı. Türkiye adına Rakı, fıstık, lokum, Türk kahvesi, çorba ve resimler vardı. Gecenin sonunda kimsenin hiçbir şeye hali kalmamıştı, her ülkenin alkolü bünyedeydi, o yüzden de orda kaldık.

Salı meğer Romanya'da öğretmenler günüymüş, çocuklar öğretmenleri için bir sürü programlar, yarışmalar vs hazırlamış – hazırlanmışlar. Onlarla birlikte geçirdik günü. Çarşamba, Eurobridge projesindekiler hariç herkes tuz madenini görmeye gitti. Bizler ise projemizle ilgili konuştuk, beyin fırtınası yaptık, sonra da yeniden çocuklarla bir araya gelip onlarla zaman geçirdik. Akşama doğru diğerleri dönünce hep birlikte Slanic Moldova'ya gittik. Her seferinde söylüyorum, ama yine kendimi yineleyeceğim: Romanya'da doğa muhteşem.

Perşembe, proje Oneşti'de güzel bir gece ile ise sona erdi. Dün Bükreş'e gitmeye niyetlendik ancak saatinde durakta olmak yetmiyormuş, araca rezervasyon yaptırmış olmamız gerekirmiş, bunu deneyimleyerek öğrendik. Eve dönmek yerine Bacau'ya gittik. İtiraf: Romanya'da bazen biletsiz yolculuk etmek duyulmamış, görülmemiş bir şey değil… Biz de geleneklere bağlı davrandık. Yanlışlıkla. Bacau'dan Piatra-Neam'’a geçtik ve yazdan kalma sımsıcak, apaydınlık bir gün bulduk. Gece de kalmak için 3 yataklı temiz bir odası ve banyosu olan küçücük bir pansiyon bulduk. Komik detay: evimizde televizyon da radyo da olmadığı için, pansiyon odamızda 2 kişilik yatağa inci gibi dizilip film izleyerek uyuduk… İnsan sahip olmadığına özeniyor.


Sevgiler,
nep. 

Wednesday 6 October 2010

Veda gecesi

G - I knew it.
Nep - (konunun ne olduğunu bile anlamamış bir halde şaşkınca çevreye bakınmak)
G - You really are a witch.
Nep - (hala tam olarak emin değil neler olduğundan ya da ne kast edildiğinden) 
G - You've bewitched me...
Nep - (şaşkınlık
G - You look beautiful.
Nep - (nihayet biraz zeka belirtisi) oh! Merci.

Tuesday 5 October 2010

frijitlik bir yaşam biçimidir.

G - (tam kapıya yönelmiş çıkarkenCan I join you?
Nep - (pardüsem elimde) Of course. 
G - (sigaralarımızı yakarken, her şeyimi aldığımı fark edinceAre you leaving already? 
Nep - (günün yorgunluğu ile) It's getting late.
G - (kısa bir sessizlikten sonra, gözlük altından, yaramazcaYou could stay at our room tonight... 
Nep - (şaşkıncaI took M's keys, she said they had a spare bed. 
G - (kafasını hafif yana çevirerekMaybe I'll get lost tonight...(yeniden bana dönüp) And en up in your room? 
Nep - (henüz yarısına bile gelmediğim sigaramı söndürürkenNo, I don't think that's a good idea. (tatlı bir gülümseme ile) Goodnight. 
G - (oldukça şaşkın olarakGoodnight.

Monday 4 October 2010

enteresan etkileşimler.

G - (sessizce, yan yana yürürken aniden durarak) Are you a witch?
Nep - ("nasıl yani?!" ifadesi ile olduğu yerde kalakalmış olarak) Why would you ask something like that?!
G - (yeniden önüne dönüp yürümeye başlayarak) I used to know a witch and you kind of remind me of her...(derken yaıma gelip gözlerini gözlerime dikerek) Are you?
Nep - (dönüp yoluma yürümeye başlamadan hemen önce, çapkın bir gülümseme eşliğinde) You don't expect me to actually answer that.
G - (arkamdan duyduğum) No, I guess I don't.  

by Elin Otterman

http://vimeo.com/16502678

Sunday 3 October 2010

skandal.

Pazar günü, bir grup turist kılıklı, yüksek güvenlikli bir ıslah evine, pazar ayinine katılmak üzere giderken, ıslah evinin pederinden son anda gelen bir telefonla en yakın markete koşuyor ve ıslah evindeki çocukların bazılarının ayin için kullanılacak 'kutsal şarap'ı çalmaları sebebi ile şarapsız kalan peder için alışveriş yapıyorlar. Yalnız bir sorun var: ıslah evine alkol sokmak yasak. Şarabı alan ve en kısa zamanda ıslah evinin nizamiyesine ulaşan kahramanlar, kapıdaki aramadan da şarabı saklamayı başarmış bir şekilde geçmiş, pasaportlarını teslim ederek içeri giriyorlar. O sırada peder ayin kıyafetleri ile koşarak onları karşılamaya geliyor, ilk iş şarabı istiyor. Güvenliğin gözü önünde, gizlice sokulan şarap ortaya çıkarılıyor ve pedere teslim ediliyor. O sırada gerçek anlamda anlık bir delirme yaşayan güvenlik görevlisini yatıştıran peder az sonra tirbuşonu olmadığını hatırlıyor ve şarabı açması için güvenlik görevlisine uzatıyor… Hayatta böyle şeyler oluyor. 

Eve Mektuplar 3 - 03.10.2010 (14.gün)

03.10.2010

Oneşti'deki ilk haftam sona eriyor. Burası ne köy, ne de şehir – kasaba sanki en uygun tanım. Birbirine paralel uzanan 2 ana cadde ve onları kesen sokaklardan oluşan bu kasabada evimiz, bu ana caddelerden birinde – gönüllüsü olarak çalıştığımız gençlik örgütünün merkezine yürüyerek 15 dakika mesafede.

Küçücük evimizde radyo da, televizyon da yok. İnternet ise henüz bağlatılmamış, ahlaksızca komşulardan birinden çalıyoruz. Sabah 7 gibi kalktık her gün. Birer fincan kahve içip “sabah yürüyüşümüz” için çıktık, sonra eve dön, duş al, kahvaltı… 9'da ise “merkez” dediğimiz gençlik merkezinde oluyorduk. Bize Romence öğreterek başladılar işe. Dile özel bir yatkınlığım olmamasına rağmen, hiç zorlanmıyorum. Hani bazen bilmediğin dilde bir şey anlatmak istersin de, belki anlarlar diye İngilizcesini söylersin ya? Burada buna gerek yok. Türkçesini söylemek genelde yetiyor… Dil derslerimiz öğle yemeğine kadar devam etti, sonra hava güzel olduğu günler pikniğe, kötü olduğu günler ise eve geçip yemek yedik. Sağlıklı yaşama adına dışarıda yemek yemiyoruz gerekmedikçe. Burada devamlı bir löp et, haşlanmış veya kızarmış patates ve mısır tüketimi var… Nasıl bu kadar sıska kalabiliyorlar anlamak mümkün değil. Uzun yemek aramız (aşağı yukarı 3 saat) sonrasında yeniden merkezde buluşup proje stratejileri konuştuk, plan yaptık – oldukça “oryantasyon” odaklı bir haftaydı. Gece 2'den önce uyumayan ben, saat 10 oldu mu uyuyorum burada. Buna rağmen bu evde “en geç yatan” durumundayım.

Türkiye'den Oktay isimli bir güzel sanatlar öğrencisi de projemize katılacak. Onu beklemek ve başlamak adına bizim projeye pazartesi başlamak yerine, bir haftalık başka bir projede yer almaya karar verdik. Yani, şu anda bizim olmayan, başkalarına ait bir projede gönüllü olarak çalışıyoruz. Youth in Action in Detention isimli bu projede, sosyal dezavantajları olan, ıslah evinde kalan ergenlerle çalışıyoruz. Bizi yine aynı Predeal'deki gibi sanki kıtlıktan çıkmışız gibi beslemeye çalışıyorlar. İnsan ortasında marmelat koyduğu tatlı krepin üzerine bir de toz şeker serper mi sorusunun yanıtı kültürden kültüre fark göstermekte.

Komik bir detay: ev arkadaşlarımla tek oda, 2 yataklı bir ceviz kabuğu paylaştığımız için ev olarak, ilk gün bir karar aldık. Her hafta bir kişi bir odadaki yatakta tek başına, iki kişi ise salondaki yatakta birlikte yatacak ve bu dönüşümlü olarak değişecek. İlk hafta tek odadaki yatakta ben yattım yalnız, bu gece ise artık 2 haftalık paylaşma sürecim başlıyor.


Sevgiler,
nep.