Thursday, 25 November 2010

Eve Mektuplar 12 - 25.11.2010 (67.gün)

25.11.2010

Gitmeden önce aldığımız o dandik sırt çantası nasıl işe yaradı size anlatamam. Fener için aynı şeyi söyleyemiyorum, çünkü onu çaldırdım… Canınız sıkılmasın diye söylememiştim ama ıslah evindeyken küçük fenerim ve cüzdanımdan da biraz param kayboldu. Ama tamamen benim şaşkınlığım - kesinlikle çocukları suçlamıyorum! Daha dikkatli olmam gerekirdi...

2 saatlik dolmuş yolculuğumuz sonrasında Braşov'a vardığımızda Sighisoara dolmuşunun kalkmasına 5 dakika vardı ve araç artık ayakta yolcu alır hale gelmişti. 2 saatlik Romanya yolu ayakta gidilecek yol değil, baştan belirtim. O sırada, bir adam yanaştı hemen, bu hep oluyor – “arabam var benim, götüreyim mi?!” amcaları. Aracımızın kişi başı bilet fiyatına göre götürmesi konusunda anlaştık, hem daha rahat, hem de daha hızlı gittik. Şansımıza kalacak yeri de bize bu amca buldu, surların içerisinde (turistik alanın göbeğinde) evi olan ve boş odalarını pansiyon odalarına çeviren bir tanıdık çiftte yönlendirdi, ki cidden çok memnun kaldık. (pensiuneafaur.ro/)

Gerçek anlamda bir peri masalından, eski zaman hikâyelerinden fırlamış gibi bir yer Sighisoara. İnsan burada yaşasa, zaman mevhumunu tamamen yitirir, sabahtan akşama kadar yazar – çizer, dünya meselelerini de hiç ama hiç umursamaz. Her yerini gezdik. Zaman zaman Sherlock Holmes filminin içinde, bazı zaman Underworld'de, kimi zaman da Van Helsing'in setlerinde gezer hissettim kendimi. Çok beğendim ben burayı.

Vlad Tepeş'in (Kazıklı Voyvoda veya Drakula) doğduğu ve büyüdüğü evi kafemsi bir yere çevirmişler, gittik. Garson bize yaklaşıp “şöyle mi geçmek istersiniz, Türk odasına mı?” dediği anda mini bir şok yaşadım. Nedense Romanyalı gençlerin, en azından doğudakilerin, anlaşılmaz bir house müzik saplantısı var: ne saat tanıyorlar – ne yer – ne de koşul. Burası öyle değildi. Yaşasın Lounge müzik.

Ertesi sabah ufak bir malzeme alışverişi yapıp Romanya'nın bir süredir sıkıntılı olan demiryolları ile Cluj'a doğru yola çıktık. Uzun ve sessiz bir yolculuktu, çünkü orda uykuya hasret kalacağımızı hepimiz biliyorduk.

Ve Cluj. Müthiş Cluj. Yaşanır orda. En azından ben yaşarım. Önceden hem çok güzel bir hostel'e (www.retro.ro) rezervasyonumuzu yaptırdık, hem de geleceğimizi Predeal'dan arkadaşlarımıza haber verdik. Akşam doğrudan eşyalarımızı hostel'e bıraktık, sonra da arkadaşlarımızın evine, yemeğe gittik. Onlarla değil de Hostel'de kalmamızın sebebine gelince: söz konusu ev, farklı proje ve ülkelerden 10 EVS gönüllüsünün paylaştığı bir ev. Yer yoktu.

Yemekten sonra sıcak şarap içmeye çok hoş bir yere götürdüler bizi, şansımıza hava o kadar güzeldi ki, kasım olmasına rağmen rahatça dışarıda oturduk...Bütün gece eğlendikten sonra, sabah hostel'e döndüğümüzde, hemen uyuduk. Ertesi sabah arkadaşlarımız bizleri elektronikten kıyafete yemekten ev eşyalarına, her şeyin satıldığı “Çingene Pazarı”na götürdüler. Böyle bir yer yok...Olmamalı. Ya da olmalı ve ben her an ona ulaşabilir olmalıyım! Neyse, gece bu kez ailesi nesillerdir Mersin'de restoran işletmeciliği yapan, Mura'ın hazırladığı yemeği yedik önce, sonra da benim uzun zamandır uzaktan uzağa beğendiğim Beardyman'i izlemeye gittik. Ki büyük hayalkırıklığıydı. 

Ertesi gün yeniden Oneşti'ye dönecektik. Ancak planlarda küçük bir değişiklik oldu. Proje arkadaşlarım otostop'u denemek istediklerine karar verdiler. Burada oldukça yaygın bir adet. Biliyorsunuz, ben otostopla problemi olan bir insan değilim – bir kere Hacettepe'liyim. Ama bu bir ülkenin bir ucundan, diğerine otostop çekmek – insan durup düşünmeli. Ben onlarla otostop çekerek Oneşti'ye dönmektense, trenle Bükreş'e gidip, hem orda çok izlemek istediğim bir konseri izleyip, hem de bir gece kalıp, ertesi gün dolmuşla Oneşti'ye dönmeye karar verdim.

Pazar gecesi saat 10'da Cluj'dan Bükreş'e doğru yola çıktım. Bir gece kalacağım hostel'e (www.villabutterfly.com) önceki akşam mail atmış, rezervasyonumu yaptırmıştım, onlar da bana yol tarifleri gibi bir sürü gerekli olabilecek bilgi içeren gerçekten çok faydalı bir cevap yolladılar. Trendeki kompartıman önce boştu, sonra iki genç geldi oturdu benimle, bir sürü muhabbet ettik. Saat sabah 2'ye doğru, bir başka duraktan 2 genç bayan bindi ve onlar da yanımıza geldi, meğer bu gençlerle aynı askeri üniversitede öğrencilermiş. Sabahın 4'üne doğru, 5 kişi daha geldi ve bir anda herkes ayaklandı. Meğer bana eşlik eden gençlerin yeri aslında yan kompartımanmış, benim yalnız oturduğumu görünce gelmişler ve bu şimdi gelenler koltukların gerçek sahibiymiş. Buranın insanları cidden çok cici.

Bükreş'te tüm günümü Youth in Action in Detention projesinden bir arkadaşımla geçirdim, akşam konserden önce de Barkın beni alıp küçük ve çok tatlı bir italyan restoranına yemeğe götürdü - beğendim, evet. 

Salı günü dolmuşla Oneşti'ye döndüm, merkeze uğradım ve dün de derhal işe döndüm. Sabahın kör saatinde bir köy okulunda başlayan gün uzun ve zahmetliydi ama ben de hayli iyi motiveydim.


Sevgiler,
nep. 

Saturday, 20 November 2010

Salvador...?!

Hep "Biz Salvador'a göz kulak oluyoruz”, “O mütemadiyen la la la land'de”, “Aman ne şanslı” gibi şeyler duyuyorum sıkça bu ara… Bu da benim aklıma acaba Salvador bütün bu hadiseyi nasıl görüyor sorusunu getirdi. Kendi kendime olası yanıtların üzerinden geçerken, en çok “bu deli kızlara göz kulak olmasam kim bilir başlarına neler gelecek, ama vicdanım da bırakmama izin vermiyor ki bunları kendi bildikleri gibi saçmalamaya!” yanıtına eğlendim. Derken, ister istemez dikkatimi çekti, herkes normalken fark edilen bir durum değil ama, mesela kızlar içtikten sonra baktım da, aslında Salvador bunların çantalarına sahip çıkan, alakasız adamların gelişini görünce aralarına girip dans etmeye ve kendisi ile ettirmeye başlayan. Bu gezi sonrası Salvador'a başka bir gözle bakar oldum. Bence adamın kafasında cidden bize göz kulak olan o! 

Wednesday, 17 November 2010

Eve Mektuplar 11 - 17.11.2010 (59.gün)

17.11.2010

Yarın sabah yine erkenden sırt çantalarımızla yollara atıyoruz kendimizi. Bu kez önce Sighisoara'ya, oradan da Cluj-Napoca'ya geçiyoruz. Sighisoara'nın, daha az “elden geçirilip restore edilmiş” bir Sibiu gibi olduğu söyleniyor – ki bu bence iyi. Sibiu konusunda “keşke bu kadar düzeltme. yapmasalarmış” diye düşünmüştüm çünkü. Cluj ise, Romanya'da genç insanlar için en cazip yer olarak düşünülebilir. Türkiye örneği üzerinden düşünürsek bir nevi Eskişehir gibi diyebiliriz. Öğrenci – Üniversite, sanat ve kültürel aktivite şehri.


Sevgiler,
nep. 

Monday, 8 November 2010

Eve Mektuplar 9 - 08.11.2010 (50.gün)

08.11.2010

Pazartesinden beri yeni bir okula gidiyoruz, bu seferki de yine buranın “iyi okul”larından. Gençler her yerde genç, onlarla ilgili anlatabileceğim çok bir şey yok. Ama pazartesine damgasını vuran benim merkezdeki istekli gençlere Türkçe öğretiyor oluşum oldu.

Çarşamba yeni okuldan çıkıp önce eve, sonra eski okula, gençlerle round table tartışmalarımıza gittik. Bu tartışmalar bizim ana projenin can damarı. Bunlar bir de doğrudan yaptığımız röportajlar. Oradaki işimiz bitince pazara gittik. Bir kısmımız orada röportaj yaparken, bir kısmımız alışverişe geçtik. Radyoya yetişmek zorunda olduğumuzu unutmamamız konusunda uyarıldıktan sonra yanımıza bir de “tercüman” almamız şartı ile bizi rahat bıraktılar. Ucuz sebzeler seçerken tezgâhtaki teyze “kimsiniz, nesiniz, ne yapıyorsunuz, ne soruyorsunuz, neden” benzeri sorular sormaya başladı. Etrafımızda giderek artan kalabalığa da açıklama sağlayacak şekilde “teyze biz aslen hepimiz öğrenciyiz, bak bu İsveçli, ben Türk'üm, birer tane daha var bizden, bir de Portekizli var, biz Avrupa birliği gönüllüleriyiz, bir proje için buradayız, millete ne severler, ne yaparlar, nasıl yaşarlar, ya da tüm bunların nasıl olmasını arzularlar – bunları soruyoruz kamera karşısında… Avrupa birliğindeki birkaç kişi dışında da bunu kimse izlemeyecek zaten, proje işte.” dedim. Derken teyze de röportaj vermek istediğine karar verdi. Alacaklarımızı almayı ve röportajımızı bitirdiğimiz zaman, teyze ucuz sebzelerle doldurduğumuz torbayı gördü ve onu elimizden kaptı. Bize bunları verirse memleketinin sebzeleri konusunda kim bilir ne kadar kötü düşünürmüşüz. Teyze bizim için hem güzel olan sebzeleri tek tek seçti, hem de bizden hiç para kabul etmedi.

Geri kalan hafta genel olarak okuldaki işlerimiz ile geçti. Cuma Oneşti için önemli bir gündü. Burada bir adet var: her okul kendi lise 1. Sınıfları arasında bir “Mr and Miss” yarışması yapıyor. Bir nevi ABD “Prom King & Queen” misali bir şey. Çok da önem veriyorlar. Bizi de davet ettiler, Cuma akşamımızı bu şekilde değerlendirdik.

Cumartesi sabah erkenden kalkıp yollara düştük, yine yeniden ıslah evine gittik. Size bundan bahsetmedim, ama biz onlarla olan projeden o kadar çok etkilendik ki, kendi projemizin dışında da onlarla çalışmaya devam etmek istedik. Hatta Bükreş'te İKEA'dan yalnız buradaki çocuklar için değil, oradaki çocuklar için de boncuk almıştık. Bizi gördüklerinde çok mutlu oldular. Her birimizin isimlerini bile hatırlıyorlardı.


Sevgiler,
nep. 

Saturday, 6 November 2010

Wednesday, 3 November 2010

Oktay...!

Biz pazara aslında röportajlar için gittik. Bazılarımız portakal satan teyze ile röportaj yaparken, ben de yandaki maydanozcu amcayı kafalıyorum, sonra o da röportaj yapsın diye. Derken yanımıza bir Çingene geldi Cinsiyeti sesini ilk duyduğumuz ana kadar hepimiz için bir muammaydı. Oktay'a bayıldı kız, ölecek. Ama komik olan, Ana da çok pis yazıyor Oktay'a ve bizimki kaçacak delik arıyor Romanyalı kızdan. Çingene'nin kendisine yazdığını anlayamayan Oktay, Ana'dan kaçayım derken kendini çok aptalca bir pozisyona sıkıştırdı. Sonra Çingene kız önce iltifatlara boğdu bizimkini, sonra da “öpücem!” diye tutturdu… Ana kızı kovuyor, kız Ana'yı itekliyor, Oktay her zamanki gibi şoklarda kıyamam, ben ve maydanozcu amca da kopuyoruz elbette. Neyse, kız öpücüğünü alamadan gitti, Oktay inancı sebebi ile böyle bir şey yapamayacağını açıkladığı anda ben bayılacağımı sandım gülmemi tutmak adına. Elbette öyle bir şey yok, bahane olarak aklına gelen bu şaşkalozun. Bu arada pazar yeri gördü mü gözü dönen, hemen meyve ve sebzelere saldıran bir topluluk olduğumuzdan çaktırmadan yandan alışverişler de yapıldı, benim bağladığım amca ile röportaj da. Oktay alınanları eve taşımak için yanımızdan ayrılırken kambur biçimde aksayarak yürüyordu, Elena endişe ile “noldu - noluyor?!” diye sorunca da “bilerek çirkinleştirmeye çalışıyorum kendimi…” dedi - bu çocuk adam olacak. 

Tuesday, 2 November 2010

Eve Mektuplar 8 - 02.11.2010 (44.gün)

02.11.2010

Her şeyden önce, büyük kültür şokumu paylaşıyorum: Alışık olduğumun aksine, Romanya'da doğum günü sahibi kişi arkadaşlarını dışarı çıkarıyor ve hesabı karşılıyor. Ufak çaplı Romanya turumuz öncesindeki Pazar günü, Radyoda canlı yayına konuktuk. Ülkelerimizden, gençlik ve gençlerden, kültürel farklar ve benzerliklerden konuştuk.

Önce 2007'de Avrupa Kültür Başkenti olan Sibiu'ya gittik. Burada tanıştığım, Romanya'da yaşayan ve Almanca konuşan azınlıklar ile röportajlar yapan Lüksemburglu profesyonel bir fotoğrafçı bana turistik Sibiu haritasını armağan etti. Şehri o kadar beğendik ki, iki gece kalmaya karar verdik. Perşembe öğleden sonra Ramnicu Valcea'ya doğru yola çıktık. Yol, bir vadi yatağındaki nehrin yanına, ona paralel olarak yapılmış, dolayısı ile tüm yol enfes dağ – nehir – sonbahar manzaralıydı. Yol boyu Salvador uyukladı, İsveç'liler ve genç Oktay ise içti, diğer yandan ben ise... ben oldukça heycanlıydım. Kendi kendimi serin kanlı olmaya davet etmekle meşgüldüm. Sonunda otobüsten indiğimizde hepimiz çok yorgunduk. Dolayısı ile kısa zamanda kaybolduk. Telefon kontörlerimizin ve şarjlarımızın tükenmesi de tam o ana denk geldi. Üstelik peşin paramız da neredeyse bitmişti. Derken kapitalizm imdadımıza yetişti. Mc Donald's bize hem kredi kartı ile yiyecek, hem şarj aletlerimiz için priz, hem de bizi misafir edecek arkadaşlarımıza ulaşmamızı sağlayacak kablosuz interneti sundu.

Geldiğimizi duyan arkadaşlarımız (toplamda 16 kişilik bir grup, 4'erli gruplar halinde 4 evde yaşıyorlar) bizi aldı ve şehir merkezine en yakın olan eve geçtik. O gece zaman o kadar bağımsız işledi ki bizden veya biz o kadar özlemiştik ki bu insanlarla vakit geçirmeyi, yatarken saat 4buçuğu geçiyordu. O gece, gerek söylenen sözlerinden ötürü, gerek hissedilen duygulardan, sanırım tüm bu macera sona erdikten sonra bile yıllarca hafızamda bir yere sahip olacak.

29 Ekim Cuma sabah 7'de Bükreş için yola çıktık. İtiraf ediyorum, hiç istemiyordum gitmek. Biliyorum - benim fikrimdi bayram'da elçilikte olmak, ama o kadar istemiyordum ki RV'dan ayrılmak...Ama biz Bükreş'e vardık. Bizi evinde misafir edecek olan ıslah evi projesi Youth in Action in Detention'dan Romanyalı arkadaşımıza ulaşmak için taksiye atladık. Taksici şehir turu yaptı ve bizi soydu. Türk elçiliğine vardığımızda Türk Sanat Müziği konserini kaçırmıştık ancak leziz bir açık büfe ve bir sürü güler yüzlü insan tarafından karşılandık. Elçi, sekreteri ile olan yazışmaları okumuş, bizleri merak etmiş, sekreterine tanışmak istediğini söylemiş. Çok tatlı bir kadın Bükreş'teki Elçimiz, ki bu durum İsveç'lileri oldukça şaşırttı.  

Sonra şehir turumuz başladı… Akşam birden ev insan doldu. Burada çok popüler olan “katil kim” diye bir oyun oynandı tüm gece. Cumartesi eski şehri gezdik, Romanya mutfağı ile meşhur kocaman bir restoranda leziz yemekler tattık, sokak satıcıları ve müzisyenleri ile dolu ara yollarda, günlük güneşlik günün tadını çıkardık. Hava kararırken bir tiyatro panayırına denk geldik, sıcak şarap içip yine canlı müzik dinlerken, çeşitli danslar izledik.

Hafta sonunda önce Türk, sonra Romanya mutfağını denedikten sonra, elbette İsveç mutfağını ihmal edemezdik - saatlerin geri alındığını bilmediğimiz için, sabahın köründe İKEA'ya gittik. Bu arda Oneşti'deki çocuklara elişi dersinde kullanmaları için alacağımıza söz verdiğimiz boncuklardan aldık.

Dün Oneşti'ye döndük ve bugün de derhal iş başı yaptık. Bugün ben ilk Türkçe dersimi verdim. Hem de beklediğimden çok daha kalabalık bir topluluğa.


Sevgiler,
nep.